20 Şubat 2010 Cumartesi

The English Patient (1996)


Filmleri değerlendirme ve buraya kaydetme hızım film seyretme hızımın gerisinde kaldı bu ara. Fırsat bulamadım ve üzerinden zaman geçince de o filmin hakkında yazmak gelmiyor içimden ama zorlayacağım kendimi bu film için. Bir iki kelime de olsa kayıt altına almak istiyorum.

Bu filmin yapımının üzerinden on dört yıl geçmiş, neredeyse nostalji sayılabilecek durumda. O zamanlar seyrettiğimde bu kadar etkilenmemiştim. Yaş ve yaşanmışlıklar artınca alınan tad değişiyor.

Arka fonunda savaş olan bir aşk filmi bu. Tabii bir de çölün güzelliği var. Çöl gibi sapsarı bir film, ve hastalık gibi, aşk gibi...

"The suprasternal notch"u gönül çukuru diye çevirmişler. Daha da anlamlı olmuş.

Almásy, "I just wanted you to know: I'm not missing you yet." diyor Katharine artık devam edemeyiz dediğinde. O da "you will" diyor. Sonra giderken kafasını çarpıyor bir demire. Bu sahne çok hoşuma gitti. Ama bir yandan da neden gerek duyulmuş anlamadım. Romantizmin doruklarında gezinen bir filmde gerek var mıydı böyle bir sahneye bilemiyorum. Neyse...

Sonuçta biri aşkı için kocasına, diğeri aşkı için ülkesine ihanet eder. Ama "Savaşta yapılan ihanetler barışta yapılanlara göre daha çocuksudur."

İngiliz Hasta "Every night I cut out my heart. But in the morning it was full again." dediğinde ona acımakla onun yerinde olmak istemek arasında sallanıyor ruhumuz.

Ve Katharine'in karanlık sonunu görüp ağlıyoruz: "My darling. I'm waiting for you. How long is the day in the dark? Or a week? The fire is gone, and I'm horribly cold. I really should drag myself outside but then there'd be the sun. I'm afraid I waste the light on the paintings, not writing these words. We die. We die rich with lovers and tribes, tastes we have swallowed, bodies we've entered and swum up like rivers. Fears we've hidden in - like this wretched cave. I want all this marked on my body. Where the real countries are. Not boundaries drawn on maps with the names of powerful men. I know you'll come carry me out to the Palace of Winds. That's what I've wanted: to walk in such a place with you. With friends, on an earth without maps. The lamp has gone out and I'm writing in the darkness."

"For the heart is an organ of fire."

Filmin kurgusu da ayrı bir güzel. Zamanda ileri geri giderek başladığı noktada bitiyor film.

Bir de "Sayid Jarrah"ı filmde görünce şaşırıyor insan. Ben bu filmde hiç hatırlamıyordum onu ama herhalde Lost ekibi kendisini bu filmde keşfetmiş. Romantik, bomba imha uzmanlığından işkenceciliğe terfi ederken tipinde ve konuşmasında en ufak bir değişiklik olmamış. Fedakâr ve cefakâr hemşireyi oynayan Binoche'yle güzel bir ikili olmuşlar.

Geleneksel hale gelen şarkı bölümümüze geçip Márta Sebestyén'in yanık sesiyle nihayete erdirelim.



http://www.imdb.com/title/tt0116209/

*****

8 Şubat 2010 Pazartesi

Into the Wild (2007)


Özgürlük üzerine bir şeyler daha görmeliyim demiştim. Ve bir film daha... Hem bir yol filmi, hem -modern hayattan, toplumun dayattıklarından yaban hayatına- kaçış filmi. Üstelik sadece kurgu değil gerçek hayat hikâyesi uyarlaması. Sean Penn beni şaşırttı bu filmde. Oyunculuktan yönetmenliğe geçenlere -ya da futbolculuktan antrenörlüğe geçenlere- karşı önyargılarımı yıktı büyük ölçüde. (Bir de Mahsun Kırmızıgül var ama o ayrı bir vaka)

Evet filmde başarılı bir yönetmenlik sözkonusu. Hatta filmin her karesi özenle düşünülmüş ve çekilmiş fotoğraf karesi güzelliğinde. Böyle olunca görüntü yönetmeni kim acaba diye düşünüyor insan ki Eric Gautier'miş. Onu da not düşmüş olayım. Sonra başka işlerine de bakarım belki.

Film Christopher McCandless nam-ı diğer Alexander Supertramp'in medeniyetin getirdiklerini (araba, para, kariyer vs...) geride bırakarak, ailesinden, toplumdan ve medeniyetten kaçmak üzere çıktığı yolculuğu anlatıyor. Bu yolculuk esnasında çeşitli kişilerle tanışıyor ama özünde hep yalnız. Ki yalnızlık onun için bir mecburiyet değil bir tercih.



Filmin konusunu detaylı anlatmak istemiyorum zaten sonunda süperberduşumuz ölüyor. Önemli olan dimağımızda bıraktığı lezzet. Uçsuz bucaksız manzaralar, yüce dağlar, yeleleri rüzgarda uçuşan atlar gerçekten de özgürlüğü bize tattırıyor. Orada olmak istiyor insan. Onun yerinde... Filmin sonuna kadar hep bir imrenmeyle seyrettiriyor kendini ama sonunda herşey iyi, hoş, güzel yaşadım Allah'a şükür ama "happiness only real when shared" düşüncesine varıyor ki o anda siz de sırt çantanızı toplamayı bırakıp normal yaşamınıza dönüyorsunuz tekrar. Yani benim özgürlük yoluna düşmem için yeterli olmadı bu film, özgürlük temalı filmlere devam etmem gerek. (Biraz da Virginia Wolf okumalıyım bu arada aklıma gelmişken onu da ödev vereyim kendime: "A Room of One's Own")

Ayrıca okumayı seven kahramanımız kendine okuduğu kitapların kahramanlarını örnek alıyor* ve de sevdiği yazarların düşüncelerini mottosu haline getiriyor**.

"Rather than love, than money, than faith, than fame, than fairness... give me truth.***" diyor mesela. Hakikatin peşinde geçiriyor kısacık ömrünü. Gerçek mutluluğu arıyor ve natüralist ve panteist bir anlayışla doğada buluyor mutluluğu. Bir elmaya methiyeler düzüyor ancak ironik bir biçimde zehirli bir bitki kökü yüzünden son nefesini veriyor.

Ben aslında bu filmi seyretmeye Eddie Vedder'in Society şarkısını dinledikten sonra karar verdim. Bu kadar güzel bir "soundtrack" albüm dinlememiştim daha önce sanırım. Çok iddialı olmak istemem bu konuda ama gerçekten filme çok fazla katkı sağlamış müzikleri. Mükemmel bir albüm ayrıca filmden bağımsız olarak. (bkz. play tuşu)



Ayrıca bu film bana Jack Kreouac'ın Yolda'sını hatırlattı. Dünyayı kavrayış biçimi o kadar benzer ki acaba etkilenmiş midir "Beat" kuşağından dedim ama McCandless mı, onun hayatını yazan Jon Krakauer mı, yoksa Sean Penn mi ya da hepsi mi, hiçbiri mi çözemedim tam olarak.

Further readings:

*William Henry Davies:
The Autobiography of a Super-Tramp (Kendisi de bir gezgin olan Davies'den ve bu kitabından oldukça etkilenmiş kahramanımız)
Leisure şiirinin ilk beyiti:
“What is this life if, full of care,
We have no time to stand and stare.”

**Leo Tolstoy: Family Happiness

“I wanted movement and not a calm course of existence. I wanted excitement and danger and the chance to sacrifice myself for my love. I felt myself in a superabundance of energy which found no outlet in our quiet life.”

***Henry David Thoreau: Walden

****Jack London: Beyaz Diş'i de unutmayalım etkilendiği yazarlar ve eserleri arasında.

Son olarak bu da "bonus track" olsun:



***** (bu yıldızlar film için)

http://www.imdb.com/title/tt0758758/

Papillon (1973)


Dega (Dustin Hoffman): It seems so desperate. You think it will work?
Papillon (Steve McQueen): Does it matter?

Filmin beni en çok çarpan diyalogu buydu. Hatta sadece Papillon'un cümlesi. Does it matter? Gerçekten de filmin teması bu cümlede saklı. Özgürlüğünün peşinde yılmadan koşan anarşist ruhlu bir adam o. Onu kaçış plânlarının işe yaramama ihtimali korkutmuyordu, çünkü özgür olmamakla, ölmek arasında bir fark görmüyordu. Öte yandan düzeni, kapitalizmi ve hatta sahtekârlığı temsil eden Dega'yla aralarındaki dostluk da güzel anlatılmıştı filmde. Türlü eziyetlere katlanıp arkadaşını satmayan bir adam olan Papillon, Dega'ya mertliği de öğretir aynı zamanda. Ayrıca para başlangıçta kapıları açıyor görünse de her seferinde başlarına belâ olur ve sonunda beş parasız kalır Dega da. Anarşizm kapitalizme galip gelir.

Filmin düşündürdükleri:

-Özgürlük için nelerini feda edebilirsin?
-Dostların için ne kadar fedakârlık yapabilirsin?

Filmdeki ana karakter çok idealize edildiği için hayranlık uyandırıyor belki de. Anarşizmin bir cazibesi var. Ama ben sanırım Şeytan Adası'nda domates ve havuç dikiyor olurdum onun yerinde olsaydım. Hele de köpek balıklarına yem olma ihtimalim bu kadar yüksekken ve bu kadar kötü bir yüzücüyken. Ama özgürlük üzerine iyi yazılmış bir kaç kitap daha okuyup, bir kaç film daha seyredersem belki bu düzen yanlısı ve garantici yanımdan kurtulabilirim.

Filmin ana teması özgürlük üzerine ama farklı şekillerde de okunabilir. Adalet, hukuk, ceza ve infaz sistemi eleştirisi de var filmin alt metninde.

Ayrıca çok hoşuma giden bir sahne de şuydu: Başarısız kaçma teşebbüsünün ardından hücrede tecritteyken kendini fiziksel olarak güçlü tutmaya -ki böcek bile yer bunun için- ve akıl sağlığını da korumaya çalışır inatla Papillon. Beş adımlık hücresinde bir ileri bir geri gider adımlarını sayarak. Yıllar geçer. Kafası bulanıklaşır ki kamera hareketleri de bunu güzel anlatır. Duvarlara çarpmaya başlar artık. Neyse efendim en sonunda hücre hapsinin bittiğini söyler hapishane görevlisi. Hücreden dışarı çıkar. Kapıyı dışarıdan kapatır ve yine adımlarını saymaya başlar. Bir, iki, üç, dört, beş ve altı... Bir adım fazla atabilmektir özgür olmak. Yüzünde bir şaşkınlık belirir ve o zamana kadar özgürlük tutkusuyla canlı ve diri kalabilen adam özgürlüğüne kavuştuğunda okkalı bir küfür eder ve yere bırakıverir kendini. İnsani duygular, insan psikolojisi ancak bu kadar güzel anlatılır ve oynanır tabii ki. Bayıldım.

Bir de rüya sahnesi etkileyiciydi. Ömrünü boşa harcamaktı suçu. Kimseyi öldürmese de kendini yargıladığında vicdanı rahat değildi bu nedenle. Guilty, guilty, guilty...

Ayrıca Dustin Hoffman ne kadar gençmiş bir zamanlar.

Filmin finali ve meşhur müziği eşliğinde satırlarıma son vermek istiyorum:



*****

http://www.imdb.com/title/tt0070511/

5 Şubat 2010 Cuma

Simón del desierto (1965)


Luis Buñuel'in 45 dakikalık bu filmi Simon adında bir ermişin hikâyesini ele alıyor. Oldukça absürd öğelerle bezeyerek anlatıyor hikâyesini. Bir sütun üzerinde yıllarını geçiren, çile çekerek Allah'a ulaşmaya çalışan Simon'u şeytan ayartmaya çalışıyor sürekli. Sonunda da bir şekilde başarıyor ayartmayı ve onu yaşadığı yüzyıldan alarak 21. yy'da bir diskoya getiriyor. Kendinden geçerek danseden insanları seyrederek sigarasını tüttürüyor Simon ve fin.

Film o kadar absürd ki ne anlatmak istiyor anlamadım tam olarak. Ne anladın derseniz, günümüzün yaşantısının maneviyattan ne kadar yoksun olduğunu düşündürdü bana. Belki de şeytan Simon'u o yüzden günümüze getirdi. Çünkü bu zamanda şeytanın işi daha kolay artık herkes şeytanlaşmış bir miktar. Allah'a ulaşmak için bu zamanda çekilmesi gereken çile farklı ve daha da zor o nedenle.

Bana filmin kurgusu eksik ve kopuk geldi. Hatta yarım kalmış gibi film. Tamam absürd film, mantıklı bir kurgu beklemiyorum ama saçma da olsa bir şeyler daha anlatmalıydı diye düşündüm. Sonra araştırdım ki Buñuel filmlerinde din eleştirisi yaptığı için filmleri yasaklanan ve sürgünde yaşamak zorunda kalan bir yönetmen. Bu filmi de Meksika'da sürgündeyken çekmiş. Ayrıca bu film aslında daha uzun olacakmış ama yapımcı yan çizince sınırlı imkânlarla bu şekilde bir film ortaya çıkmış. Bu durum bende oluşan eksiklik hissini açıklıyor. Önceki filmlerini bilmiyorum ama bu filmde keskin bir din eleştirisi göremedim. Belki gerçeküstü anlatım tarzını dini konularla örtüştürememişler, dalga geçiyor diye düşünmüşlerdir, bilemiyorum.

4/5

http://www.imdb.com/title/tt0059719/

4 Şubat 2010 Perşembe

Avatar (2009)


Sıradaki filmimiz Avatar'dı incelenmeyi bekleyen. Yani yazmaya karar vermiş ve afişini indirmiştim ama yazmaya fırsat bulamıyordum. Bu zaman zarfında posta kutuma önce Bülent Akyürek'in sonrasında da Melih Arat'ın Avatar'la ilgili yazıları düştü. Onları okuyunca bir yandan filmle ilgili içime sinmeyen noktalar netleşti bir yandan da içimdeki yazma isteği kayboldu.

Alıntılayayım bahsettiğim yazıları. Önce Bülent Akyürek'in muzip üslubuyla yaptığı eleştiriyi okuyalım beraber:

Bülent Akyürek, Sinema Kültürü ve Avatar Filmini Eleştiriyor

1985'te Elazığ'dan Ankara'ya yerleştik. O yaşıma kadar günde üç-beş film izlemeden uyumazdım. Dayımın oğlu Ahmet ile eski gazetelerden kesekâğıdı yaparak, bakkallara manavlara satar sinemaya giderdik. Kırk yaşındayım, halen gazetecilikten kazandığım tek para odur diyebilirim.

Bizim sinema aşkımız öyle bir boyuta geldi ki, evin boş bir odasında (Ki o zamanlar evlerin tüm odaları boştu!) Sana Yağı kutusu, mercek ve ampulle film makinesi yaptık. Evet, filmleri karanlık kutunun içinden hızla nasıl çevirdiğimizi anlatsam bayılırsınız. Şimdi hatırlayamıyorum, filmin hareketlenmesi için galiba dakikada 24 kare geçmesi gerekiyordu. Benim “Pinokyo” marka bisikleti kullanarak onu da başardık. Duvarda filmin oynaması için makinenin yanında birinin aynı ritimle sürekli pedal çevirmesi gerekiyordu ve biz iki kişiydik.

Birkaç sene önce yine karı-koca olan iki arkadaşım beni kumpasa getirerek İstanbul'da “Harry Potter” filmine zorla soktular ama gong çalınca kaçtım. İlk dolmuşla Kadıköy'e indim, oradan vapurla karşıya ve saatlerce yürüyerek Taksim'e, Taksim'den otobüse binip Ataköy'e gittim. Murat Kekilli sağ olsun beni alıp evine götürdü sabahlara kadar sayıkladım. Bir ihanet içindeydim. Sabah olur olmaz tüm televizyon kanallarını taradım. Yeşilçam Tv'yi açıp Ferdi Tayfur'un “Çeşme” filmini seyredinceye kadar kendime gelemedim, arınamadım…

Okula gitmiyor, sabahlayarak kesekâğıdı yapıyor, gündüz onları satıp akşama kadar sinemaya gidiyorduk. Gittiğimiz tek yabancı film “Bruce Lee” filmleriydi ama onu da iki film birden olduğu için “Orhan Gencebay” filmlerinden sonra izleyebiliyorduk. Bizim o kuşağı iki film birden anlayışı bitirdi.

Örneğin “Katil Balina Jaws”ı veya “Rocky”i ya da “Bruce Lee” filmini bitirip gaza geliyorsun, arkasından ikinci film olarak Emrah'ın “Boynu bükükler” can mı dayanır? Yaşadığımız şey psikiyatrik anlamıyla duygulanım bozukluğuydu… İki önemli duygu arasında kala kala düğünlerde ağlıyor, cenazede gülüyorduk. Neyse naylon poşetler çıktı, kesekâğıdı sektörü battı ve biz evlerin içinde videolara esir düştük! Sonra da soğuyup gitti sinema aşkımız.

Evet, başa dönecek olursak, Elâzığ'da sinemaya gider, sigaralarımızı içe içe film izlerdik. Ankara'da ilk film olarak “Doktor Monreo'nun Adası”na gittik, ışıklar söndü ve ben sigaramı ateşledim, anam anam…. Kıyamet koptu, sanki bir uçak kaçırmıştım! Dışarı çıkarıldık ve sinemadan kovulduk.

Kafayı üşütüyordum. Sigara içmeden film izlemek mümkün değil. Ferdi, ekmek parası kazanırken eşi kötü yola düşecek, sonra intikamını alıp tutuklanırken sen cebinden bir sigara çıkarıp içeceksin, kadına lanetler yağdıracaksın, ötesi yok… 1985 yılından sonra bir daha gitmedim sinemaya… Kısa bir süre sonra da ilk romanlarım basıldı zaten… Sigaramı içip içip romanlarımı yazıyordum, sağlığıma kavuşmuştum çok şükür.

İnsanın gözlerini bir noktaya dikerek kıpırdamadan, konuşmadan, yiyip içmeden, sigarasını yakmadan iki saat bakması kişiyi dinden imandan eder çünkü saydığımız şeyler sadece namazda geçerlidir. Altı üstü bir film izliyoruz, koftiden bir karanlık cemaatiyiz, niçin ibadet ritüellerine bürünelim ki, değil mi? Karanlık bir salonda, bin kişi kıpırdamadan bir duvara bakıp para veriyor, hadi len, biz daha o kadar dinden imandan çıkmadık.

Yıllardır üç boyutlu film laflarını duyuyordum… Dedim, bizim üç boyutlu film şu olsa gerek: “Esas - Oğlan Ağa'nın kızını sevecek, Ağa, kızı Oğlana vermeyecek ama aşk galip gelecek” Üç boyut dediğiniz bu mu?

Abi öyle değil” diyorlardı…

Üç boyutlu film yani sen de olayın içine giriyorsun…

Yav iyi de ben paramı vermiş gelmişim, paşa paşa oturur filmimi izlerim niye olayın içine gireyim, ben karışmam, şurada izler giderim, sonunda kabak niye bana patlasın ki?

Empati yapacaksın, kendini kahramanın yerine koyup, aynı şeyleri yaşayacaksın!

Kardeşim, tövbe yarabbi! Babacığım hadi kahramana çok acıklı şeyler yaptılar diyelim, durup dururken oturduğumuz yerde niçin kirlenelim?

Neyse abi, bu gözlüğü takınca öyle oluyor işte.

Gözlük?

Sene 2010… Ankara “Gordion Alış-Veriş Merkezi” 25 yıl sonra eşimle sinemadayız, yanımda Ahmet yok, tedirginim. İlk defa bir bayanla sinemaya geliyorum… Gözlerimizde gözlük. Üç boyutu kafa almamış bir türlü. Bin kişide gözlük var. Cem Yılmaz'ın dediği gibi Artiz Cenazesindeyiz sanki? Mısır tanesini tutup baktım, bildiğin mısır! Panikle eşime dedim ki: E hani, mısıra bakıyorum, boyut moyut yok? “Sus, duyan olacak” diye etimi cimcikliyor. “Film başlamadı daha…” Reklamları izliyoruz. Benim kafam onun gözlüğünde… Şimdi iki gözlüğü üst üste takıp izlesem 6 boyut mu olacak… Fısıldayarak sormama rağmen arkadakiler gülüyor. Kafamda bere, on yıllık kahverengi paltom, sakallar, bot… Tam bir mağara adamı gibiyim zaten… Kıro diye birbirlerine gösterdikleri adamın 15 kitabı olduğunu, 25 yıldır sinemaya gelmeyip kendi romanlarını yazdığını, on beş yaşında sinema makinesi yaparak jübilesini yaptığını nereden bilecekler.

Bu filme gitmemizi “Murat Kekilli” çok istedi… “Baba” dedi. “Tam senlik, teknoloji karşıtı, kişisel gerileyiş filmi, mutlaka izleyin…”

Aklıma ilk gelen şey şu olmuştu: “Gözlük çok banal, acaba üç boyutlu filmler için lens yapılamaz mı?” Soruyu biraz sesli sorduğum için arkadakiler mort oldu.

Sinema çocukluğumdan kalma bir şey benim için… Hal böyle olunca şımardıkça şımardım. Kıpırdıyor, mızmızlanıyor, kendimce espriler yapıyor, eşimi kızdırıyordum. Film bitene kadar cimcik yemekten sağ kolum çürüdü…

Sinemaya gitmeden evvel saatler boyu “Beni orada rezil etme” demişti ama bana soracak olursanız sigara içmeden dört saat duvara bakıp gözlük takmaktan daha rezil ne olabilirdi? Üstelik filme verdiğimiz para için bugünün şartlarında otuz beş kilo kesekâğıdı yapmak gerekiyordu. Paramızla rezil oluyorduk ve kimse farkında değildi! Zaten, kadınlarda “Kocam beni rezil ediyor” korkusu vardır, üstüne gitmedim…

İsterseniz şimdi filmden anladıklarımı aktarayım sizlere: “Avatar” gerçekten de teknolojinin doğaya ve insanlara nasıl zarar verdiğini anlatıyor. Dünyanın bir yerinde Şirinler'in köyü gibi bir köy var ve orada kuyruklu, kedi ile maymun arasında insanlar yaşıyor ama bulundukları yerde Amerika için çok önemli yer altı kaynakları var. Bitiyorum Batı'nın bu keresteliğine… Onlar güya uygar olmayana hep “Darwinci” bakıp kuyruk takmışlardır. Sinirlerim allak bullak oldu. Üç boyutlu filmle ilgisi var sandım önceleri: “Yav ben, insanlarda kuyruk görüyom?” derhal çimdiği yiyip sustum. “Yav, bunlar bize maymun diyor?” Çimdik… İlk insanlar gibi doğayla, tabiat anayla birlikte yaşayan bir kabile. Hayat Ağacı' denen bir kutsal ağacın içinde yaşıyorlar. İnanılmaz bir tabiat ve hayvan çeşitleri var. Gâvurlar yer altı kaynaklarını ele geçirmek için oraya paralel eşleşme yaparak bir casus gönderiyorlar fakat casus, filmin sonunda onlardan oluyor. Şu cümle önemliydi…

“Üstünde oturdukları hammaddenin değerini bilmiyor onlar! Oysa o bize lâzım, bilim ve teknoloji için çok gerekli” Bizimkiler ok ve yaylarla savaşıyorlar. Ağır, büyük tankların tekerleklerine saplanmış tüylü oklar gerçekten büyüleyiciydi…

Amerika Irak'ı vururken de aynı şeyi düşündü. Orada “petrol” var, Afganistan'da “bor” var, bize lâzım, onlara gerekmiyor… Batı tarzı böyledir. Bizim iyiliğimiz için bizi öldürürler!

Timsah gözyaşları döken modern insan filmin bir sahnesinde “Onları öldürmemek için uzlaşalım, onlara istedikleri şeyleri verip alalım mı?” sorusunu soruyor. Oysa onların takas edecekleri bir şey yok… Çünkü büyük yırtıcı kuşları eğitip uçak gibi kullanıyor ve insanca yaşıyorlar, yani kot pantolon ve alkolsüz bira vererek takasa giremeyeceklerini anlıyorlar.

Özellikle “Alkolsüz Bira” kısmına dikkat çekmek istiyorum. Red Kit'ten ve kovboy filmlerinden hatırlayacaksınız: Rangerler, Kızılderililere tüfek ve viski (Ateş suyu) vererek barış isterlerdi… Şimdi ilk kez yine yerlilerle savaşan Amerika onlara “Alkolsüz Bira” öneriyor. Yani daha medeni ve zararsız olduklarını gösterecekler haspalar!

Filmde Ebabil Kuşları'na gönderme var. Yıllardır “İçinizdeki Öküze Oha Deyin, Fincan Yayınları” kitabımda dediğim gibi… Güçlü ve zayıf yoktur. Masum ve inançlı olan kazanır… Koca karı imanımız olursa kazanırız… Allah diyen kaybetmez, La ilahe illallah diyerek yerden aldığımız taşla helikopter düşüreceğimize inanmalıyız. Bugün kaybediyorsak teknolojik olarak geri kaldığımız için değil, imanımız zayıfladığı içindir. İnançlı her mümin Nemrut'un kulağından giren topal sinek olur…

Gerçekten de filmin Amerikalı kahramanının iki bacağı sakat ama eş bedeninde onlardan olup Amerika'yı yeniyor. Kahraman “Mesih” figürü çiziyor… Masumların yanında yer alıyor… Batı filmlerinde en çok küfrettiğim sahneler bunlardır. Amerika savaşır, kan döker ama hep masum bir nedeni vardır, öldürürken istemeden yapar, timsah gözyaşları döker!

Bizimkiler sonunda tabiat ananın isyanı, Amerikalı Mesih ve hayvanların, desteğiyle oklarla onları yeniyorlar. Tabi ki akla ilk olarak şu soru geliyor, diplerde bir yerde içimiz sızlıyor: Yine onların iyisiyle kötü olan kendilerini yendik!

Bu duygu bütün filmde var. “Avatar” bir nevi “Dert bende derman bende” filmi… Dünyanın ikinci sınıf ilkel insanlarını yine Amerika'nın “İçindeki İyiler” i kurtaracak. Buruk zaferler tattırıyorlar bize her zaman olduğu gibi…

Filmde savaşın başlama anında komutanın söylediği şu söz onların kibrini göstermeye yetiyor: “ Orayı hemen yerle bir edin, akşama biralar benden…” Irak Savaşı'nı başlatırken de benzerini söylemişlerdi: “Tek kurşun sıkamazlar, Cumartesi günü alırız Irak'ı…” Bütün savaşlar Cumartesi'ne denk geliyor niyeyse… İsrail'de Filistin'i vuracağı zaman aynı günü seçiyor, anlamadım gitti… Yahudiler “Sebt Günü” esprisi yapıyorlar zannedersem!

Film bittiğinde Ankara kar altındaydı, Dr. Bahadır İslâm'ın evinin önünden geçtik, saat gecenin biri olmasaydı bir kahve içerdik ama kısmet değilmiş. Arabanın sağ koltuğundaydım, gözlüğü çıkarmamıştım henüz ve yolda üç şerit gördüğümü söyleyip son çimdiği yedim… Yirmi beş yıl daha sinemaya gitmem heralde… Çünkü sinirlerim bozuluyor… Üç boyutuyla da tek boyutuyla da bu gâvurlar kötü… Şimdi eve gitsek, Yeşilçam TV'de “Neşeli Günler” olsa, turşu yüzünden Münir Özkul ile Adile Naşit' tatlı bir kavgaya tutuşsa… Bize ne sizin Avatar'ınızdan kavatarlar…

Şimdi de Melih Arat'ın Avatar eleştirisini okuyalım:

Avatar’a giden Hava Atar

“Neden dünyayı hep Amerikalılar kurtarır; neden kıyamet kopacağı zaman dünyayı yeniden kuracak olanlar iki Amerikalı çocuktur? Avatar’da Na’vi gezegenini bile bir Amerikalı kurtarıyor. Neyseki Nuh Peygamber Amerikalı değildi!

Melih Arat

Bir sanat eserini beğenmek ya da beğenmemek için kriterler kullanmak gerekli. Ne var ki, öncelikle sanat eseri ve zanaat eseri arasında ayrım yapmak gerekir. Zanaat, para kazanmak amacıyla estetik yaratmak demektir; sanat eseri ise para kazanma bedeli olmadan estetik yaratmaktır. Eskiden bir at arabasının ahşap tekerleğini süsleyerek para kazanan zanaatkarlar vardı. Şimdi ise gişe gelirlerini düşünen sinema yapımcısı zanaatkarlar var. Gişe gelirini bir numaraya koyarak sanat yapmak tanım olarak mümkün görünmüyor.

Gelelim James Cameron’un yönetmenliğini yaptığı Avatar’a, baştan sona klişelerle dolu bir film. Hem Türklerin hem de tüm dünyanın çok iyi bildiği bir Kızılderili öyküsü. Filmin öyküsünü anlatmayayım, filmi izleyeceklerin tadı kaçmasın diye; izninizle çocukluğumda izlediğim öyküsü standart klişe olmuş Kızılderili / kovboy filmlerinden birini anlatayım. Avrupalı beyazlar Amerika’ya başka bir dünyaya göç ederler. Bu dünyanın sahibi, ilkel yerliler vardır. Bu ilkel yerliler – Kızılderililer’in ilkelliği de sorgulanır. Çünkü “ilkel” bulunan yerliler doğayla barışık ve doğaya saygılı bir yaşam sürmektedir. Tükettiklerinden fazlasını öldürmezler; hiçbir Kızılderili ihtiyacından fazlasını üreterek ticaretle uğraşmazlar. Kendi kabile kamplarında huzur içinde yaşarlar. Bilge bir büyücüleri, dans ve ritüelleri vardır. At biner ve ok atarlar. Vahşi bir atı ehlileştiren, atın üstünde ok atabilen, avlandığı hayvana saygı göstermeyi bilen ve gerektiğinde onunla konuşabilen yetişmiş bir Kızılderili sayılır ve kendi yaşamında bir olayla oturan boğa, koşan at, yürüyen ayak gibi bir isim alırlar. Ancak yeni dünyayı işgal eden yüksek teknolojileri – tüfekleri, topları- olan beyazlar, doğal kaynakların üstüne oturmuş bu ilkel varlıkları orada istemezler, göya onları zarar vermeyecek şekilde tecrit etmek (aslında yok etmek) isterler. Beyazlar, içlerinden birini Kızılderililerin dillerini ve adetlerini öğrenmek için onların arasına sokmaya çalışır. O beyaz da başından geçen olaylarla Kızılderililerin arasına karışır. Başta beceriksizlikleriyle alay konusu olursa da zamanla at binmeyi ok atmayı öğrenir. Bir casus olarak gönderildiyse de Kızılderilileri tanıdıkça onlar gibi düşünmeye başlar; doğanın ne kadar değerli olduğunu ve Kızılderili yaşam biçiminin aslında ilkel değil, teknoloji olmaksızın medeni olduğunu fark eder. Bu arada şefin kızını da ayartmayı ihmal etmez. Beyazların Kızılderilileri, üstünde bulundukları topraklardaki doğal kaynakları ele geçirmek için yaptıkları ilk saldırıda da Kızılderililerle birlikte beyazlara karşı savaşır. İşte dünyanın en yüksek gişe gelirini yapan filminde karşılaşacağınız öykü de vaktiyle TRT1’de bir Pazar sabahı izlemiş olduğunuz vasat kovboy - kızılderili öyküsünün tıpkısının aynısıdır.

Avatar’ın çevreci bir film olduğunu iddia edenler, doğru düzgün ve yaratıcı bir çevreci film görmek istiyorlarsa Miyazaki’nin Rüzgarlı Vadi (Nausica) sini görsünler. Avatar’ın çevrecilikle ilgili kenarından vermeye çalışıp veremediği mesaj, Yüce Allah’ın yarattığı tabiatın insanoğlunun teknolojisinden kat be kat güçlü olduğudur. 9 şiddetinde bir deprem, bir Katrina fırtınası, teknolojik Amerikan rüyasını kabusa dönüştürebilmektedir.

Bütün bunlarla Avatar’da güzel bir şeyler yok mu, var elbette. Üç boyutlu film izlemek güzel. Filmin başındaki reklamlarda üç boyutlu çekilmiş. Bundan on yıl sonra belki de izleyeceğimiz tüm filmler üç boyutlu olacak. Filmde teknolojinin kullanımı, Na’vi kabilesinin kızılderiliden bozma mavi derili tasarımları hoş. Filmden çıkınca hoş zaman geçirmiş olur musunuz, olursunuz.

Şimdi bunların üstüne ne diyeceğimi bilemiyorum işte. Söylenmesi gerekenleri söylemişler. Kısaca benim hislerimi söyleyeyim o halde. Filmi seyrettiğimde klişe ve sentetik bulmuştum. Bu kadar tutulmasını da Amerika'nın dünyanın çeşitli yerlerinde ve son olarak da Irak'ta yaptıklarına karşılık, toplumsal savunma mekanizmasının devreye girmesi ve toplumsal vicdanını rahatlatmaya çalışması olarak görmüştüm. Evet Amerika kötüdür ama kahramanlar da hep Amerikalıdır. Tabii ki bu durum konusunu beğenenler için geçerli. Bir de konusunu yaşadığımız dünyayla özdeşleştirmeden, mesela Yüzüklerin Efendisi'nin Orta Dünya'sı gibi farklı bir kurgusal dünya olarak görüp, sadece filmde kullanılan teknolojiden etkilenenler var ki bunlar filmi çok beğenenler içinde önemli bir yüzdeye sahip gördüğüm kadarıyla. Evet filmde görüntü ve sesler, kullanılan efektler kusursuz ama işte tam da bu kusursuzluk bende yapaylık hissi uyandırıyor. Ve gören gözleri boyamaya yetmiyor 3. boyut bile.

Bir de üç boyut deyince aklıma zamanın TGRT'si geldi. Bu gözlüklerden dağıtmışlar ve üç boyutlu filmler yayınlıyorlardı. Film dediysem çiçek, börtü böcek görüntüleriydi hatırladığım kadarıyla. Şimdi film teknolojisinin geldiği noktayı görmek güzel oldu benim için.

3,5/5

http://www.imdb.com/title/tt0499549/

29 Ocak 2010 Cuma

Vicky Cristina Barcelona (2008)

Woody Allen filmlerine bu filmle giriş yaptım. Çok geç biliyorum. Adam yetmiş küsur yaşına gelmiş. Tarzını değiştirdiği söyleniyor üstelik. Ama yapacak bir şey yok. Aslında daha önce bir filmini seyrettiğimden eminim ama o kadar dikkatsiz seyretmiş olacağım ki filmografisine baktığım halde hangisi olduğunu hatırlayamıyorum.

Filmle ilgili yorumlara geçmeden, değerlendirmekte zorlandığım filmlerden birisi olduğunu belirteyim. Beğendim ya da beğenmedim diyemiyorum gönül rahatlığıyla.

Film çok basit bir konuyu ele alıyor öncelikle. Hatta başka bir senarist veya yönetmenin elinde çok ucuz bir filme dönüşebilecek kadar basit. Bazı sahneleri biraz daha uzatılarak iç gıcıklayıcılığı artırılsa türü değiştirilip erotik veya porno filme kolaylıkla dönüştürülebilir. Ama Woody Allen'ın elinde daha derin alt mesajları olan bir film oluvermiş ki herhalde ustalık bu olsa gerek.

Kadın-erkek ilişkilerine ve özellikle de kadınlara yönelik çözümlemeler yapıyor film. Bu çözümlemeleri de öyle lafı pek dolandırmadan gayet açık ve anlaşılır biçimde yapıyor. Burada Woody Allen'ın egosunun ben kadınları iyi tanırım diye bas bas bağırdığını hissettim ki benim açımdan rahatsız edici bir duyguydu.

Filmde üçü erkek dördü kadın yedi ana karakter var ve insanı ben acaba bunlardan hangisiyim ya da hangisi olmalıyım sorusunu sorduruyor. Kadınlar işte böyle dengesizdir gibi bir genellemeye gidiyor ayrıca. Ama seyrettikten sonra bu sınıflandırmanın yetersiz olduğunu düşündüm. Şöyle ki filmdeki bütün kadınların kafası karışık. Ya ne istediğini bilmiyor ve arayış içinde özgür takılıyor ya da ne istediğini biliyor ama yeterince cesareti olmadığından mantığını kullanarak, duygularını bastırıyor. Ama bir ilişkiden ne istediğini, ne beklediğini bilen ve o doğrultuda tercihini yapıp ileride de pişman olmayan kadınlar bu filmde olmasa da vardır herhalde bir yerlerde.

Kadınların tatminsizliği ile alâkalı bir fıkra vardı bir apartmanda geçen şimdi aklıma geldi. Daha iyisini bulacağım hevesiyle hep bir üst kata çıkan son katta ise en kötüsüne mecbur olan kadınlar. Maria Elena, Cristina'yı kronik tatminsiz olmakla itham ediyor. Ama Cristina onunla bir olmuyor yoksa Maria Elena için çok daha kötü şeyler söylenebilirdi üçlünün bozulduğu sahnede. Penélope Cruz'un oyunculuğunun zirve yaptığı sahne aslında bu sahne.

Bir nokta aklıma yatmadı filmle ilgili sadece. Maria Elena (Penélope Cruz), Juan Antonio'yu (Javier Bardem) kıskançlık nedeniyle öldürmeye kalkıyor ve üstelik sadece başka bir kadına baktığı için olduğunu belirtiyor bir tartışma sahnesinde. Sonrasında bu kadın nasıl Cristina (Scarlett Johansson) ile eşini paylaşabiliyor. Ondan rahatsız olmaması mantıklı gelmedi.

Tekrar genele dönelim ve bitirelim artık. Film Woody Allen mizahından yeterince nasiplenememiş. Barselona dekoru altında romantik bir film olmuş. Yalnız alt metinlerde bir Avrupa-Amerika yaşam tarzı karşılaştırması var ki Avrupa kültürünü pek cilalayıp, Amerikan kültürüyle dalga geçmiş inceden.

Bu arada Woody Allen'ın kıta Avrupa'sına açılması bu filmle olmuş. Bundan sonra ahir ömründe bir de Türkiye arka plânına sahip bir film çekmesini rica ediyorum kendisinden. Ben de artık filmografisindeki diğer filmlerle idare ederim o zamana kadar.. Sanırım bundan sonra Match Point'i seyredeceğim.

Unutmadan müzikleri de güzel filmin. Özellikle Giulia y Los Tellarini'nin Barcelona şarkısı güzel bir şarkı ve çok yakışmış filme. Dinlemek için aşağıya buyrun:



Notumu yıldızla veriyordum, hiç yarım puan vereceğim aklıma gelmemişti. Rakama döneyim bundan sonra bari.

3,5/5

http://www.imdb.com/title/tt0497465/

28 Ocak 2010 Perşembe

O... Çocukları (2008)


Bir önceki günlük kaydında belirttiğim üzere bu filmi de Sırrı Süreyya Önder vesilesiyle seyrettim. Bu film de adından dolayı ilgimi çekmemişti. Hatta itici bulmuştum. Adı O... Çocukları olan bir film ne anlatabilir ki öyle değil mi? Hayır efendim öyle değilmiş. Bu da Beynelmilel gibi bir dönem filmi. Dönem de yine 12 Eylül. İster istemez Beynelmilel'le karşılaştırıyor insan. Bu filmi onun kadar başarılı bulmadım açıkçası baştan belirteyim. Bir şeyler eksik gibi filmde. Ya da fazla bilemiyorum. Öncelikle bu filmin dili daha ağır ve daha ciddi Beynelmilel'e kıyasla. İzlerken yer yer Nuri bilge Ceylan'ı hatırlamadan edemiyor insan. Yani sıkıcı sahneler var gerçekten. Küçük kızın sürekli bavul topladığını anlattığı ve Dona'nın bir türlü söylemesi gerekeni söyleyemediği sahneler ajitasyona kaçacak derece uzatılmış sanki. Buna benzer başka sahneler de var. Film boyunca oldukça üzülüyorsunuz. Sonu ise masalsı bir biçimde, hatta filmin acı gerçekçiliğinden oldukça uzak bir biçimde bitiyor ve bu durum filmin inandırıcılığını azaltıyor. Sarp Apak'ı rolüne pek yakıştırmadım. Bunun dışında oyunculuk olarak iyiydi film. Özellikle Demet Akbağ harikaydı. Yine bir bütün olarak değerlendirdiğimde başarılı bir film diyebilirim.

****

http://www.imdb.com/title/tt1202363/

Beynelmilel (2006)


Darbe plânlarının havada uçuştuğu şu günlerde antimilitarist bir başka filmle devam edelim biz de film kuşağımıza. Ki hiç olmazsa tarafımız belli olsun karınca misali. Bu filmi Sırrı Süreyya Önder'i tanıyana kadar seyretmemiştim. Sanırım lansmanını Özgü Namal üzerine kurmuşlardı ya da öyle yansıdı basın-yayın organlarına ki hiç izleme isteği uyanmamıştı bende. Daha sonra Sırrı Süreyya Önder'in, önce Meksika Sınırı'na konuk olarak katıldığında, sonrasındaysa Selahattin Yusuf'la Kafa Dengi'ni sunmaya başladığında anladım gerçekten de ne kadar kafa dengi olduğunu. İşte o zaman merak ettim filmlerini. Daha önce seyretmediğime pişman oldum Beynelmilel'i. Hikâye çok güçlü. Karakterler yerli yerinde. Yönetmenlik açısından da çok başarılı. Trajikomik unsurlarla çok güzel zenginleştirilmiş. Böyle bir filmde mizahi bir dil kullanmak kolay değil. Bu açıdan da çok başarılı. Kesinlikle sırıtmıyor. Aksine mesajını çok daha etkili bir biçimde veriyor. Kısaca "Beynelmilel bir şey işte".




*****

http://www.imdb.com/title/tt0893507/

No Man's Land (2001)

Daha önce seyretmiştim ama hatırlayamadım. Tekrar seyrettim. Vurucu bir savaş filmi. Daha doğrusu aslında savaş karşıtı bir film. Savaşın anlamsızlığını ve acımasızlığını, insanlar üzerinde yaptığı yıkımı güzel bir dille anlatıyor. Boşnak ve Sırp Hatları arasında kalan bölgede sıkışıp kalmış farklı taraflardan 3 asker... Üniformalarını çıkardıklarındaysa korku, sevgi, acıma ve nefret gibi tüm duygularıyla sadece üç insan... "Müdahale etmemek her zaman tarafsız olmak değildir." diyor Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nin umursamazlığına karşı. Ve savaşı kimin başlattığı anlamını yitiriyor bir süre sonra. Filmin sonu mükemmel.

Filmi seyrettiğimde bir de aklıma rahmetli babaannem geldi. Haberleri seyrederken, dünyanın çeşitli yerlerinde olan çatışma haberlerinde eğer çatışmanın bir tarafında siviller varsa, yani mesela "Kafkaslar'daki çatışma sivilleri vuruyor" ya da "İsrail'den sivillerin saklandığı binaya kanlı saldırı" şeklinde bir haber duyarsa hep sivillere saldırmışlar gördün mü vah vah türünden bir cümleyle bana da duyurur ve o cümlede "siviller"i öyle bir vurgulardı ki sanki siviller bir millet adıymış gibi gelirdi kulağa. Yani o sivilleri bir millet adıymış gibi algılar ve algılatırdı. O zamanlar gülerdim bu duruma. Çünkü o siviller kâh Filistinli olurdu, kâh Iraklı, kâh Sierra Leoneli. Şimdiyse daha derin şeyler düşündürüyor bana bu hatıram. Yani aslında dünyanın her neresinde elinde silah olan, olmayana saldırıyorsa, orada tüm insanlığa bir saldırı var aslında. Sivil olmak insan olmak demek aynı zamanda.

Bu durumda haykıralım biz de;

Dünyanın tüm sivilleri birleşin!

*****

http://www.imdb.com/title/tt0283509/

The Invention of Lying (2009)

Filmle ilgili kısaca acı ama gerçek diyebilirim. Sonra yalan icat oldu mertlik bozuldu. İlginç bir senaryo. Aynı zamanda tanrı tanımaz birinin elinden çıkmış gibi. Yalan ve din ilişkisini ele alış biçimi üzücü. Aslında insanın doğasının doğruları söylemeye meyilli olduğu, dinin aslında bir yalan olduğu teması var. Oysa bütün dinler yalan söylememeyi emreder. Neyse...

Bunun dışında eğlenceli ve izlenesi bir film. Detaylarda da güzel espriler var. Coca Cola ve Pepsi üzerine olanlar aklımda kalmış özellikle.


***

http://www.imdb.com/title/tt1058017/